Bölüm 1 – Kızıl Gökyüzü

Sıcak bir Nisan günüydü. Sıcak yetmezmiş gibi bir de olabilecek en sıkıcı ders işleniyordu. En azından İrfan’ın düşüncesi buydu. Eline aldığı kâğıdı monoton bir ses tonuyla okuyan öğretmeni dinlemeye çalışıyordu yer yer. Ancak haftalardır çektiği uykusuzluk, sıcakla birleşince ders dinleyemez olmuştu. Sınıfa şöyle bir göz attı. Çok az kişi ders dinliyor gibiydi. Uyuyanlar, kitap okuyanlar, resim çizenler… Herkes farklı bir şeyle uğraşıyor gibi görünüyordu. Başını pencereye çevirdi. Camdaki yansımasının bakışları karşıladı onu. Düz saçlarını daha dün kestirmişti. Normalde uzun saç seviyordu ama sıcakta çekilmiyordu.

“Bir şey olsa da ders bitse” diye düşündü derin bir nefes verirken. Aslında mesleği için önemli bir dersti ama öğretmen tercihi yanlıştı İrfan’a göre. Sadece iki kez yaklaşık 10’ar dakikalık aralarla 3 saate ders işliyordu öğretmen ve sadece okuyordu. Ne soru soruyordu ne söz veriyordu.

Telefonundan saatine baktı. Ara verilmesine daha 20 dakika vardı. Tuvalete gitmeyi düşündü ama vaz geçti. Yerinden kalkmaya bile üşeniyordu şu an. Yavaş yavaş açlık da baş göstermeye başlamıştı. Sırasının üstünde açık duran kitaba baktı. Şu anda hiçbir şey anlamıyordu. Beyni uyuşmuş gibiydi.

Sonunda o sesi duydu. “Derse 10 dakika ara veriyoruz.” Bu sesten sonra sınıf çok hızlı bir şekilde boşaldı. İrfan’da sınıfı terkedenlerden biriydi. Dışarı çıkmıştı. Hafif bir rüzgâr yüzüne çarpıyordu. Bu yüzden sıcaklık bir nebze de olsa az hissediliyordu. Arkadaşlarıyla sohbet ediyordu. Klasik konuşmalarıydı. “Ders bitince ne yiyelim?” veya “Nereye gidelim?” üstüne kısa bir sohbet.

O sırada birinin ona seslendiğini duydu. Arkasını döndüğünde sınıf arkadaşlarından birisiolan Tuğçe’yi gördü. . Siyah kısa saçları ve küçük bir yüzü vardı. Ela gözleri vardı. Akdeniz’in çevresindeki insanlara benzer şekilde hafif kavruk tenliydi.

“Projeye ne zaman başlıyoruz?” diye sordu Tuğçe.

İrfan biraz düşündü. “Daha 3 haftadan uzun süre var. Araştırmaları tamamlayalım bu hafta. Sonra sunuma çalışırız” dedi İrfan. Etrafındaki hemen hemen herkes onu karar verme mekanizması olarak kullanıyordu. Verdiği kararların tamamına yakını doğru çıkıyordu.

“Tamam” dedi Tuğçe. “Ben bakarım bu akşam biraz” dedi.

İrfan kafasıyla onayladı. Ardından telefondaki saatine baktı. “Ders başlayacak” dedi. Bahçedeki herkes gibi o da istemeyerek sınıfa doğru yürümeye başladı.

Sınıfa çıkıp her zamanki yerine oturdu. Kitabı zaten açıktı. Çok geçmeden öğretmen de içeri girdi ve ders kaldığı yerden devam etmeye başladı. İrfan sınıfa göz gezdirdi. 2-3 kişiyi göremedi. Geç kalmakta haklı olduklarını düşündü. Ardından camdan dışarı baktı. Binanın hemen dışındaki ağaçların ardından mavi gökyüzüne bakıyordu. Derin bir nefes alıp bıraktı. Günün ne kadar sıkıcı olduğunu düşündü.

Bunu düşündükten saniyeler sonra gökyüzü bir anlığına kırmızıya büründü. Sanki bir dalga gibiydi. İrfan irkilince yanındaki arkadaşı Burak ona döndü. Sessizce “Ne oldu?” dedi.

İrfan büyük bir şaşkınlıkla ona dönüp “Az önce gökyü-“ diyebildi sadece. Ardından çok yüksek bir uğultu duyuldu. Peşinden şiddetli bir patlama sesi geldi. İrfan inanılmaz bir baş ağrısı hissetti. Bilincini kaybederken sırasına yığıldı. Gözlerini kapatmadan önce son olarak bir çift ela göz gördü. Ardından gözleri kapandı.

O günden itibaren hiçbir şey o kadar sıkıcı olmayacaktı. Artık hayatlarında başka hiçbir şeyin önemi olmayacaktı. Kurtulmak için bir mucizeler zincirine ihtiyaçları olacaktı. İşte o zinciri ortalama bir üniversite öğrencisi olan İrfan Ömür başlatacaktı ve insanlık küllerinden onun sayesinde doğacaktı. İrfan ve onun Vidar Projesi saysinde…

İrfan rüyasında gözlerini açtı. Annesini gördü. Tam tepeden direkt ona bakıyordu. Gözleri yaşlıydı ama yüzünde bir gülümseme vardı. Uzanmak istedi ama bedenini kontrol edemiyordu. Hareketleri istem dışıydı. Onu sanki başka biri yönetiyordu. Görüş alanına kendi eli girdi. Ufacıktı. Bir bebek eliydi sanki. Sonra tanımadığı bir erkek sesi duydu.

“Eğer Dünya’nın başına bir şey gelirse, şu andan itibaren yaşayacağımız birkaç dakikayı hatırlayacak” dedi ses. İrfan istem dışı olarak kafasını o yöne çevirdi. İki silüet vardı. Birinin erkek olduğunu biliyordu diğer silüetin cinsiyeti belli olmuyordu. “O yüzden” diye devam etti soldaki silüet biraz yaklaşarak “Gerekli şeyleri söylemem gerek. Nasıl olduğunu sonra anlatırım sıze.”

Annesi “Pekala” dedi. “Sanki ne olacaksa?”

Silüet İrfana doğru eğildi. “Eğer şu an bunu görüyorsan insanlık yok oluyor demektir. İstanbul’a git. HS binasını bul. Rüyanın devamında nerede olduğunu ve nasıl gidebileceğini göreceksin. Artık insanlığın kaderi siz 6 mutantın elinde. Kendin ve diğerleri ile ilgili bilgileri orada bulacaksın. Bir araya gelin ve insanlığı kurtarın. İyi şanslar. Buna ihtiyacın olacak ve ayrıca bu bir rüya değil.” dedi silüet ve uzaklaştı. “Bu kadar” annesine. Diğer silüetle bir şeyler konuştu. İrfan için etraf kararmaya başladı. Sesler bulanıklaştı. Etraf kararmadan önce annesini gördü. Hala gülümsüyordu.

Rüyanın devamında HS binasını gördü. Sık bir ormanın arasında iki katlı, küçükçe bir binaydı. Kapının üstündeki tabelada “Humanity’s Saviours” yazıyordu. Binanın içine girdi. Havada süzülüyordu. Bodrum kata doğru inmeye başladı. İnince çok geniş bir alana vardı. Binanın neredeyse iki katı büyüklüğündeydi alan. Çok fazla ışık yoktu ama ortada tamamen saydam bir oda bulunuyordu. Oda çok kalın metal bir kapı ile korunuyordu. Onun dışında herhangi bir koruma görünmüyordu. Kapıya doğru süzüldü. Kapının tam ortasında küçük bir uzantı vardı. Elini ortaya götürdüğünü gördü. Bir damla kan damlayıp oraya düştü. Kapıdan mekanik bir ses çıktı. Kapı yavaşça açıldı.

Karşısında yine saydam bir kutuda, sanki büyülü bir şekilde havada süzülen, açık mor renginde parayan, altıgen çift piramit şeklinde bir onikiyüzlü vardı. Boyutu yaklaşık olarak ortalama bir el kadardı. Büyüleyici bir güzelliği vardı. Ona doğru yaklaştığında küp olan kutunun, İrfan’a bakan yüzü yavaşça açıldı. Elini soktu ve taşı aldı. Taşı aldığında rüya bitti. İrfan yapması gereken ilk şeyi artık biliyordu. Gerçek hayata uyandı. Başı ağrıyordu. İçinde bir şeylerin değiştiğini hissediyordu. Bilmediği birçok şeyi bir anda öğrenmişti. Artık bambaşka biriydi.

Akşam olmuştu. Hava biraz serindi. Hatta bir ortalama Nisan gününe göre soğuk bile denebilirdi. Gökyüzü açıktı. Üstüne bir hırka örtülmüş olduğunu gördü. Tanımadığı bir hırka alıp giydi. Etrafına bakındı. Az kişi vardı. Hepsi de ne hikmetse sınıf arkadaşıydı. Bu ona nedense tuhaf geldi ama üstünde düşünmedi fazla. Bu şu an için düşünülecek bir şey değildi. Grubun üyeleri etrafa yayılmıştı. Kimse uyumuyordu ama çıt da çıkmıyordu.

Birinin yürüdüğünü duydu. Kafasını o yöne çevirdiğinde Deniz’i gördü. Siyah kısa saçlı, sakalsız, uzun boylu ve ince yapılı birisiydi Deniz. Yüzünde İrfan’ın hiç görmediği bir ciddiyet vardı.

“Uyanabildin sonunda” dedi Deniz.

İrfan ayağa kalktı. “Ne oldu?” dedi heyecanla. Deniz sadece ileriyi gösterdi.

İrfan o yöne baktı. Eskiden yaşadıkları, okula gittikleri, gezdikleri şehri bir tepeden, ağaçların arasından gördü. Yer yer yangınlar vardı. Büyük değillerdi ama şehri aydınlatmaya yetiyordu. Sanki bir savaş alanıydı. Kaza yapmış arabalar, yıkılmış direkler… Sanki büyük bir çatışma çıkmıştı. Sağa sola hareket eden şekiller gördü. İnsana benzemiyorlardı ancak tam olarak seçemedi ne olduklarını.

Cebinden telefonunu çıkardı. Sinyal yoktu. Zaten arasa da kimsenin açmayacağını tahmin edebiliyordu. Geri soktu telefonunu. Tekrar Deniz’e döndü.

“Tam olarak ne oldu?” dedi.

“Bilmiyorum. Bir ses duyduk. Çoğu kişi bir anda yere yığıldı. Sonra… Birer yaratığa dönüştüler. Seni alıp kaçtık” diye özetledi Deniz.

“Kimler kurtuldu?” dedi İrfan sakince.

“Nasıl oldu bilmiyorum ama bizim sınıfa hiçbir şey olmadı. Ancak birçok kişi o an panikler kaçmaya çalıştı. Birkaçı ailelerinin yanına gitmeye çalıştı. 9 kişi kaldık.”

“28 kişiden 9 ha?” dedi İrfan burnundan nefes vererek. Tekrar etrafına baktı. Kendisi, Deniz, Burak, Tuğçe, Ayla, Kaan, ve Tuana.  

Tekrar Deniz’e döndü. “İstanbul’a gitmem lazım” dedi.

“Ailenin yanına mı?” dedi Deniz.

Yere baktı ve bir an düşündü. Ardından ikisinin de içten içe bildiği o gerçeği söyledi. “Büyük ithimalle ailelerimiz öldü” dedi.

Deniz cevap vermedi. Sadece kafasını çevirdi. “Neden peki?” edi bakmadan.

İrfan ona kısaca gördüğü rüyayı anlattı. Deniz dinledi ve ardından “Bu noktadan sonra her şeye inanırım”

“Gelir misin benle?” dedi İrfan.

“Yapacak daha iyi bir şey yok” dedi Deniz. “Uyumayı deneyeceğim” dedi ve bir ağaç dibine uzandı.

“Nöbet tutacağım” dedi İrfan ve yere oturdu. “Yarın diğerleriyle konuşurum”

Düşünmeye başladı. Bu sabah her şey normaldi. Sabah erken uyanmış kahvaltı etmişti. Dişleri fırçalayıp, üstünü giyip çıkmıştı evinden. Her zamanki gibi okula yürümüştü. Biraz mesafe vardı eviyle okul arasında ama sabah yürüyüşlerini hep sevmişti. Yürüdükçe uykusunun açıldığını hissederdi hep.

Acıktığını hisetti. Kahvaltıyla duruyordu. Etrafına bakınıp yiyecek bir şeyler aradı. Büyük bir poşet gördü. İçi yiyecek doluydu. Bir gofret ve bir paket kraker aldı. Onları kimseyi rahatsız etmemeye çalışarak sessizce yemeye başladı. Arkasından birinin ayağa kalkıp yürüdüğünü duydu.

Dönüp bakmadı. Burak hiçbir şey demeden yanına oturdu. İkisi de şehre doğru bakıyordu.  Sessizliği İrfan bozdu. “Uyumayacak mısın?”

Burak bakmadan cevap verdi. “Hayır. Uykum yok.” Ardından bir süre yine konuşmadılar. İrfan herkesin yas tuttuğunu biliyordu. O da öyleydi keza. Bir gün önceki gibi olsaydı, o panikleyenlerden biri olabilirdi. Ancak o artık farklı biriydi. Yas tutmasına tutuyordu içinde ama güçlü durmayı başarıyordu. Yapacağı yolculuğu düşünmeye başlamıştı bile. En azondan bir kişini geleceğini biliyodu.

Aralarındaki sessizliği bu sefer Burak bozdu.  “Her şeyi kaybettik, değil mi?” dedi.

“Hayır dersem büyük ihtimalle yalan söylemiş olurum” dedi İrfan.

“Aileni merak etmiyor musun” dedi Burak.

İrfan birkaç saniye duraksadı. Ardından “Şu an onların yanına koşmak istiyorum ama herhangi bir şey bulamayacağım varınca” dedi. “Şu an sadece bu grup olarak birbirimize destek olabiliriz” dedikten sonra bakışlarını Burak’a çevirdi. “Sen?” dedi sadece.

Burak derin bir nefes verdikten sonra “Bizim binamız çökmüş. Kurtulduklarını sanmıyorum.” dedi.

İrfan bir şey demedi ilk başta “Kardeşin? Okulda olmalıydı o saatlerde” dedi

“Okulu kalabalık. Çevresi de öyle. Oraya girersem çıkamayacağımı biliyorum. Evin önünde bir süre beklemeyi düşündüm ama yaratıklar orada da vardı.” dedikten sonra şehri işaret etti.  “Zaten baksana nüfusun neredeyse tamamı ya dönüştü ya öldü”

İrfan şehre yine baktı. “Herkes dönüşmüş ya da ölmüş olamaz. Kurtulanlar olmalı. Deniz’in dediğine göre ilk başta bizim sınıfa bir şey olmamış”

 “Evet. Ben de anlamadım ama çok da sorgulamıyorum açıkcası” dedi Burak ilgisiz bir ifadeyle. İrfan konuyu eşelemenin bir yararı olmayacağını anladı. Bu konuyu tartışmayı daha sonraya bırakmaya karar verdi. Kafasını dağıtmak için başka bir şeyle uğraşmaya başlaması gerektiğini düşündü.

“Ateş yakmalıyız” dedi İrfan.

“Haklısın” dedi Burak.

İrfan ayağa kalkıp etrafına baktı. Karanlıkta bir şey görmek zordu. “Tek başına mı gideceksin?” dedi Burak.

“Evet” dedi İrfan ve yürümeye başladı. “Çok uzaklaşmam”

Grubun bulunduğu alanın biraz dışına doğru yürüdü. Grubun tamamı uyuyordu. Onları rahatsız etmemek için yavaş yavaş yürüdü. Sonra bir anda içinde bir şeyler tetiklendi sanki. Ailesiyle yaşadığı bütün anılar bir anda hücum etti. Kardeşiyle oynadığı oyunlar, annesiyle yaptığı o haftalık alışverişler, babasıyla yaptığı mangallar… Hepsi bir anda hücum etti. Onları bir daha yaşayamayacağını biliyordu. Düşünceyle midesine kramp girdi. Vücudu o gün yaşananların şokunu atlatmıştı. İlk defa ağlamak istedi. Yere çöktü ve sessizce ağladı.

Birkaç dakika içinde kendini toparladı. Derin derin nefes alıp sakinleşti ve görevine döndü. Etraftan bir kucak dolusu çalı çırpı toplayıp geri döndü. Topladıklarını grubun ortasına koydu. Ardından çakmak aramaya koyuldu. Kaan’in sigara içtiğini biliyordu. Onun yattığı yere gitti. Çok aramadı çakmağı bulup ateşi yaktı. Ateşin yanına da oturdu.

Yeni yakılan ateşin sıcaklığını hissedenler kalkıp ateşin yanına gelmeye başladı teker teker. Bir süre sonra herkes ateşin yanındaydı. Ancak sessizdi herkes. Yine kimseden bir ses çıkmıyordu.

En sonunda İrfan konuştu. “Ben İstanbul’a gideceğim. Gelmek istemezseniz anlayış gösteririm” dedi gruba göz gezdirerek. Bakışlar ona döndü. Açıklama yapmasını gerektiğini hisseden İrfan gördüğü rüyayı anlattı.

Tuana kafasını hafifçe eğerek “Bir rüyayı mı takip edeceksin?” dedi.

İrfan direkt olarak ona baktı. “Bir rüya mıydı değil miydi bilmiyorum ama şu anda tutunacak başka bir şeyim yok. Başarısız olursam veya öyle bir şey yoksa en fazla ölürüm” dedi.

İrfan’nın kendi hayatına karşı bu umursamazlığı herkesi şaşırttı. İrfan ateşe doğru baktı. Söylediği şey gerçekten hissettiği şeydi. Kendi hayatı kendi için önemli değildi. Yalnız kalmadığı sürece, gruba yarar sağlamakamacıyla yaşamaya devam edecekti.

Sağ çaprazında, kollarını dizlerinin etrafına dolayıp oturan Tuğçe el kaldırdı. “Geleceğim” dedi. İrfan’a bakmıyordu. Gözlerini çimlere dikmişti.

“Teşekkür ederim” dedi İrfan.

Sonra bir sessizlik oluştu yine. İrfan herkesin karar vermeye çalıştığının farkındaydı. Bir şey demeden bekledi. Tabii ki herkesin gelmesini istiyordu ama onları zorlayacak da değildi. Hem belki de daha az kişiyle seyehat etmek, daha güvenli olurdu. Sonuçta bu ortaya çıkan yeni yaratıkların ne olduğu belirsizdi. Kimseyi tehlikeye atmak istemiyordu.

Bu ve bunu gibi düşüncelere dalan İrfan’ı Kaan’ın sesi kendine getirdi. O kalın sesiyle “Ben de” dedi. Onun ardından Tuana da el kaldırdı. Sadece birkaç saniye içinde bütün grup İrfan ile seyahat etmeyi kabul etmişti.

İrfan rahatladı. Arkasında en azından arkadaşlarının onun yanında olduğunu biliyordu. Bu onu biraz da olsa rahatlatmıştı. Grup yeniden sessizleşmişti. Saatin artık geç olduğunu biliyordu. “Uyumaya çalışın isterseniz” dedi İrfan. “Ben nöbet tutacağım” dedi ve bir sopa yardımıyla ateşi biraz harladı.

Grup onun önerisini dikkate aldı. İrfan ile Burak yıllar boyunca tutulacak nöbetin ilkini tuttular.

Sonraki Bölüm

Yorum bırakın